Yazı - 6
En fena eleştirmenimiz kendimiziz. Bizi, bizim kadar hırsla ve sertçe eleştiren yok. Bu hem iyi, hem de kötü bir haber. Önce ne demek istediğimi anlatayım. Sonra haberler.
Millet olarak, yaptığımız işe şöyle bir yaklaşımımız var. “Abi işte Türk kafası yieeeaa”. “Türk işi olmuş”, "Bizde hep böyledir" ve bu tarz söylemleri sıklıkla duyarız. Kendi işimizi beğenmemek, komşunun, kaz sandığımız tavuklarına özenmek bir adet haline gelmiş. Sebeplerini bilemiyorum ama bir çeşit ezik ruh hali işte.
Bu kötü bir haber çünkü bu yaklaşım bizi, özellikle mükemmeliyetçi olanlarımızı sıklıkla mutsuz ediyor. Bu mutsuzluk ise gelişimci motivasyonumuza zarar verebiliyor. Bıkkınlıktan bahsediyorum. Bıkkın insanın yeni şeyler denemesi beklenemez.
Fakat aynı zamanda iyi bir haber de. Çünkü bir yandan da gelişimci olmak için bazılarımızı kamçılayabiliyor. Belki de “yok biz şahaneyiz” desek daha fena yan gelip yatacağız.
Arada iyi bir denge bulmak lazım.
Peki durum gerçekten böyle mi acaba? Çok mu fenayız? Hep berbat işler mi yapıyoruz? Bunu görmenin bir yolu karşılaştırma yapmak. Genel yanılgı gibi karşılaştırmayı sadece bu konuda en yetkin endüstrilerle/ülkelerle yapmak da değil sadece. Bölge şartlarını iyi incelemek, tarihe bakmak, neden-sonuç ilişkileriyle kendimizi bunlara göre objektif bir gözle değerlendirmek en doğrusu.
Bunu söyleyen 40 yaşındaki Serol. 30 Yaşındaki pek böyle düşünmüyordu. En azılı, en şirret eleştirmenlerimizden biri bendim. Aynı zamanda hem şansım, hem de şanssızlığım şuydu: İşe Ahmet San Productions’da başlamıştım ve ilk gördüğüm işler Metallica, Bryan Adams, James Brown gibi büyük prodüksiyonlardı. Hatta bundan da önce 2008 senesinde gönüllü olarak katıldığım Dance & Rave Festivali, Moonspell ve Led Zeppelin konserleri de bana hep benzer standartları öğretmişti. Biz Ahmet San ile bir Sezen Aksu turnesi yaptığımız zaman Ahmet Abi, Sezen Aksu için Bryan Adams kulisinden daha kalitesiz bir kulis yapmamıza asla izin vermezdi. Ondan sonra ilk direkt çalıştığım sanatçı, standardı düşük ve kalitesiz işlere asla, zerre toleransı olmayan Sertab Erener’di. Aldığım ilk sert dersler çıtamı çok yukarı çekmişti ve ben de naifçe, tüm gücümle Türkiye standartlarını buraya gelsin diye bekliyordum.
Bu her zaman mümkün olamıyordu elbette. O zamanlar işler şimdikinden de primitif yürüyordu. Çokça berbat işlerde bulundum.
Mesela 2005 civarı yaptığımız konserlerde hala sahnenin bir çatısının olması gerektiğini kimse düşünmüyordu. Oysa ki bizden daha ileri ülkelerde sahne bir siyah kutudur. 5 tarafı kapalıdır. Aksi düşünülemezdi. maNga ile çalıştığım dönemde olaylı bir Mimar Sinan Üniversitesi konseri yapmıştık. Teknik şartnamemizde minimum şartlar oldukça açık şekilde belirtilmiş durumda. Minimum 6 bacaklı bir konstrüksiyon üzerinde kapalı brandalı bir çatı. Falanca ölçülerde bir sahne , sahne çevresinde olması gereken güvenlik miktarı, çalışma saatleri, kulis detayları vs. Detaylı bilgilerle dolu bir sözleşme eki. (Bizim dünyada rider denir)
Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki konser için alana bir turneden öğlen vakti geldik. Sahne istediğimizden çok daha küçük, istediğimiz ölçüden daha alçak. Üzerinde 4 bacaklı dingildek bir konstrüksiyon ve gökyüzü. Branda yok. Organizasyondan sorumlu kişiyle görüşüyorum.
- Hocam?!? Nerede bizim çatı?
- Aha. {Konstrüksiyonu gösteriyor.}
- İyi de babacım, brandası nerede?
- Yağmur demiyor bugün.
- Abicim ne alakası var yağmurla. Size gönderdiğimiz rider’ı okudunuz mu?
- Okuduk.
- Orada kapalı çatı demiyor mu?
- Diyor.
- E niye yapmadınız?
- Yağmur demiyor bugün. Merak etme 4 gündür konser yapıyoruz burada bir problem olmadı.
Tek problem bu da değil. Sahnede maNga’dan önce sahne alacak bir kaç grup daha var. Fakat sahne üzerinde kurulumda böyle bir hazırlık yok. Bu tarz durumlarda ses firmasına çok iş düşer. Her grubun kanalları ayrı ayrı hazırlanacak. Sahne geçişlerinin kesintisiz ve hızlı olması için türlü hazırlık yapılacak falan. Görüyoruz ki bunların hiçbiri yok.
Bu sebeple program sürekli sarkıyor.
- Arkadaşlar! Bu program çok sarkıyor!
- Eee evet?
- E sarkıyor! Kötü bir şey. Sonra seyirci organizasyona laf etmiyor maNga sahneye geç çıktı diyor. (siz hatta orda burada herifler kapris yaptı, karanlıkta çıkmak istedi vs. deyip böyle düşünmelerini bilhassa sağlıyorsunuz. Kimse "ben bir bok yedim" demez)
- Her organizasyonda yarım saat tolerans olur. Böyledir bu. (hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım)
- Arkadaşım yarım saat değil, 2.5 saat sarkıyor.
- Olsun biz 4 gündür konser yapıyoruz burada bir problem çıkmadı.
Ya sabır!!!
Sonuç olarak sözleşme ele alınmış, şöyle bir okunmuş, sonra bir kenara bırakılarak kendi kafalarında ne tarz bir organizasyon var ise o yapılmış. Simdi bu durumda bizim için yapılabilecek iki şey var. “Ammaaaan sittiret, neremiz doğru ki bu doğru olsun” diyebilirsin. Fakat ondan sonra da kimsenin senin gönderdiğin belgeye bir ehemmiyet, özen vermesini beklemeyeceksin. Standartlarını kendin belirleyemeyeceksin ve seneler geçse de bir arpa boyu yol alamayacaksın. Ya da “benim sözleşmemdeki minimum şartları sağlamadığınız sürece bu sözleşme ihlalidir. Konseri yapamayız, verdiğiniz avans da yanar” diyeceksin. Bunu da yaparsan da ondan sonra adının kaprisliye çıkmasını ve alabileceğin iş miktarının oldukça düşmesini göze alacaksın. Yani Don Kişot’u olacaksın piyasanın.
Bir diğer tarafta da senin konser için bilet almış heyecanla bekleyen binlerce kişi var. Onlara da anlatamazsın derdini
Komisyon oluştu, maNga üyeleri, menajerleri ve ben konuyu değerlendirdik. Grup zaten süper genç ve naif adamlar. Bunu hiç problem etmeyelim, çocuklar bekler, çıkalım söyleyelim diyorlar. Patron onlar. Oy birliği ile karar veriliyor sahneye çıkılacak.
Bu sırada tabii ki sahnedeki hengame sebebiyle sahne üzerindeki tüm kablolar karmakarışık olmuş durumda. Teknik ekip tamamen samanlıkta iğne arar gibi kanalları arayıp rastgele bir yerlere takıp çıkarmakta. Ekipten bir fayda gelmeyeceğini anladığımız için bütün maNga teknik ekibi olarak işe dahil oluyoruz.
Etrafı biraz toparlamaya çalışıyoruz ki biraz adama dönsün sahne. Fakat adamlar daha fena ayak diriyor!
- Arkadaşlar! Bu kablolar çok karışık. Ya biri takılıp kafasını yaracak, ya da takılıp koparacak bir tanesini, ses gitmeyecek...
- Bir şey olmaz abi, iyi böyle.
- Yok iyi değil biraz toplamak lazım.
- Yaw yok kardeşim çıksınlar işte ne var yaaaa.
- Ya arkadaşım bir uzatma ver şunu biraz uzatalım bari.
- Yok kardeşim yok uzatma. Uzatma
- Ya birader ne pis heriflermişsiniz, bir yardımcı olmadınız be!
- Çıkmasınlar amına koyim o zaman napayım yaaaaa. 4 gündür konser yapıyoruz biz burada bir problem çıkmadı, siz problem yaratıyorsunuz. Ne kadar kaprisli adamlarmışsınız ya!!!
Kimse kusura bakmasın, benim de ağzım bozuktur ama bu terbiyesizlik benim değil. Aynen adamın dediklerini aktarıyorum. Bir de üstelik bu küfrü ben, adamın “ağırladığı” sanatçının prodüksiyon amiri olarak yiyorum.
Bu arada gümbür şakırt yağmur başladı. Sahne ve ekipmanlar su içinde. Her şeyi naylonlarla kapatıp tekrar kulise donuyoruz. Tekrar konuşmamız lazım. Bu halde sahne çok zor. Elektrik ve su iyi bir ikili değillerdir.
Grup diretiyor. “Biz çıkarız sahneye” diye. Özellikle de üniversite konseri olması onları daha da yumuşatıyor. Uzun bir aradan sonra yağmur diniyor. Sahne saati gelmiş geçmiş durumda fakat henüz prova yapılmamış doğru dürüst.
Yağmur bir yandan:
- Abi tonlayamadık bir şey. Rezalet ses çıkacak, yine bize patlayacak iş. Bir de aşağıdakiler Mimar Sinan öğrencisi, hepsi sanatçı (olacaklardan habersiz). Anlarlar iyi sound’dan sonuçta. Kimse "ay ses şirketi kuramamış, program sarkmış" falan demez. "maNga bok gibi çaldı" olur onun ismi.
Diyor. Haklı.
Cem diğer yandan:
- Evet abi ama sürekli böyle kaytarıyor bu organizatörler ve de teknik şirketler. Eğer bir tavır koyulacaksa o bence bu gündür. Ankara’da biliyorsunuz PA Speaker larını yere koydular. Arkaya ses gitmedi. Mail box'um dolu benim. Allah belanızı versin diye mail atıyor millet.
Diyor. O da haklı.
Ferman araya giriyor.
- Bence de çıkalım abi, adamlar bu kadar beklediler bizi dinlemek için. Nerelerde çaldık lan, hallederiz bir şekilde. Haydi abi!
Yine karar veriliyor. Bu sefer oy çokluğuyla. Tüm riski göze alıp çıkacaklar, ilk şarkıda provalarını yapıp sonra da konseri yapacaklar.
Ekip olarak aşağı iniyoruz. Konser 2 saat 45 dakika gecikmeyle birazdan başlayacak. Yağmur dinmiş durumda ama güvenlik görevlilerinden biri bile yok ortalıkta.
- Arkadaşlar bu sahnenin çevresinde güvenlik yok, sahne arkası yol geçen hanı gibi. Güvenlikler nerede. Grup geliyor.
- Bir şey olmaz.
- Arkadaşım hınca hınç insan dolu delirtmesenize insanı.
- 4 gündür konser yapıyoruz biz burada bir problem çıkmadı.
Problemin kendisi sensin ulan zaten. Problemin kendisi, 4 gündür konser yapan birinin organizasyon yapıyor olmasında.
Grup sahneye çıktı Ferman’ın mikrofon çalışmıyor. Grubun asistanlarından biri mikrofon kablosunu takip ediyor. Sonuçta kablonun boşta durduğunu görüyor. Takıyorlar yerine Ferman’ın sesi geliyor.
Bir Murphy kuralı vardır. Eğer sahnedeki 48 kanaldan biri arızalanacaksa bu lead vokal kanalı olmak zorundadır.
Bundan sonra olaylar çok daha garip bir hal alıyor. Arka taraflardaki seyircilerden bir kısmı sahneye yumurta atmaya başlıyor. Sebebini bilemiyoruz. Ön tarafta kavga ve itişme çıkıyor. Fakat engelleyecek güvenlik yok. Bir süre sonra bakıyoruz ki kendi aralarında kavga etmiyorlar. Bir grup sahneye saldırmaya çalışıyor. Diğerleri onları tutmaya çalışıyor. Sahne önüne kadar gelip gelip önden Ferman’a avazları çıktığı kadar küfür ediyorlar. Cem Yılmaz demişti bir gösterisinde. İnsanlar sahnedeki adamı Mickey Mouse sanıyorlar. Gerçekten bir insan olduğunu unutuyorlar. Hakikaten öyle ve bizimkiler de Mickey Mouse değil. Ferman en sonunda dayanamayıp küfür edenlerden birinin kafasına, önce mikrofonu çakıp sonra üzerine atlıyor. Arkasından ekibin ve grubun bir kısmı da. Büyük arbede yaşanıyor. Grup tekrar sahneye çıkıyor. Bu arada güvenlik gelmiş fakat hepsi sahnenin üzerinde. Aşağıdaki kalabalığa hiçbir şey yapmıyorlar. Sahneden grubu indirmeye çalışıyorlar.
Biz de çocukları indirip kulise götürme peşindeyiz.
- Ferman hadi kulise abi bitti konser!
- Hayır abi çalacağız biz. O şerefsizler yüzünden konser iptal etmeyeceğim ben. Bak bu adamlar bizi dinlemek istiyor.
- Ferman!!!
Derken zaten sağanak yağmur başlamış durumda, teknik ekip sistemi kapatıyor. Grup çaresiz içeri giriyor, zaten Efenin ayağı sakatlanmış ve yürüyememekte. Kulise doğru ilerlerken odalardan birinden elinde kocaman bir kaya (yemin ederim kaya) ile herifin bir çıkıyor, "burası okul lan doğru davranın" diyerek grubun tur menajerinin üstüne yürüyor. Güvenlikler alıp götürüyor adamı.
Kulise kapanıyoruz, geçirilecek tüm sinir krizleri geçiriliyor ve evlere dağılıyoruz...
Evet, bu tarz örneklere bakınca çok berbat işler yapılabiliyor. Bu örneklerden 500 tane anlatabilirim. Fakat öte yandan benim şahidi olduğum 20 sene içinde sektör inanılmaz bir hızla gelişti de. Şimdi artık kimseye kafamızın üzerinde bir çatı olması gerektiğini anlatmamız gerekmiyor. Globalleşmenin ve internet gibi hızlı iletişimin de yardımı ile görgü çok arttı. 90’ların sonundaki krizle ortadan kaybolan yabancı sanatçı konserleri 2000’lerin sonuna doğru iyice arttı ve iyi prodüksiyon nasıl olur konusu daha geniş kitlelerce tecrübe edildi.
En önemlisi de daha çok sanatçı Sertab’ın o zamanlar olduğu kafada çalışmaya ve prodüksiyon çıtasını yukarı çekmeye başladı ki bence sektörün ilerlemesini en çok bu sağladı. Birçok yerel organizator, organizasyonun nasıl yapacağını sanatçı rider'larından öğrendi. Yani başta bahsettiğim Don Kişot’lar arttı.
Çünkü gerçekten bu bir görgü işi. Hayatında hiç görmemiş adama kulis rider’ı gönderdiğinizde bu en basitiyle icat çıkarmaktır onun için. Öncü olmak zordur. Dediğim gibi o zamanlar bu konunun çok şirret bir idealisti ve eleştirmenlerinden biri bendim. İnsanlara kalitesiz işler yaptıkları için çok kızardım. Şimdi artık öyle düşünmüyorum. Bence o zamanlar Türk eğlence sektöründen beklediklerimizi beklemek haksızlıktı. İnsanlar bilmiyordu. Sen illa kızacaksan bilip de yapmayana kız.
Türkiye’de konser dediğimiz şey belki 50’li, belki 60’lı yıllarda başladı. Bizim kültürümüzde (500-600 senelik kültürden bahsediyorum) müzik öyle karşısına geçilip seyredilen bir şey değildir. Yemeğin mezesi, gazinonun eğlencesidir. Türkiye gösteri dünyasını, bin senedir opera üreten ülkelerdeki endüstri ile karşılaştırmak büyük haksızlık. Bu ülke hayatında stadyum konseri diye bir şeyi ilk defa 1992 senesinde 1 kere gördü. 1993 senesinde Ahmet San’ın yaptığı müthiş ataktan sonra (yanılmıyorsam Elton John, Gun’s n Roses, Metallica, Scorpions, Bon Jovi, Madonna gibi 6 - 7 konser yapılmıştı o sene) iyice tanıştı. IKSV ve Pozitif’in yıllardır yaptığı festivaller bu bilgiyi ve kültürü pekiştirdi. 2000 senesindeki Eros Ramazotti’den sonra heralde 2008 Metallica’ya kadar yine o tarz büyük bir konser olmadı. (bazı unuttuklarım olabilir. Almanak hazırlamıyoruz burada) Yani bizim için oldukça yeni bir sektör modern eğlence sektörü.
Gelişimci yaklaşımda olmamalıyız demiyorum ama belli noktalarda az gelişmişliği de yadırgamanın alemi yok.
Ve evet, bence oldukça büyük bir yol almış durumdayız. Hatta bizim ruhumuzdaki “en şahanesinden olsun, şanımız yürüsün” tarzından dolayı da malzeme kalitesi konusunda birçok Avrupa ülkesini geride bırakmış durumdayız. Alman elindeki hoparlörü (iyi de baktığı için) yıllarca kullanır. Bizim tedarikçilerimiz -sağ olsunlar- yenisi çıkan bir sistemin eskisini ellerinde hayatta tutmazlar. 2016 senesinde Benart ile birlikte yaptığımız benim de prodüksiyon direktörü olarak yer aldığım Antalya Expo özel etkinliklerinde çok miktarda yabancı sanatçı ağırladık. Gelen her sanatçı teknik ekibi işçiliğimize hayran kalıp gitti. Ricky Martin’in teknik ekibinin konserden bir gün önce gece 12’de sahneye girişlerini hiç unutmam. Işıkçı, videocu, prodüksiyon amiri, hepsi sahneye, çatıya dehşetle bakıp, “turnede ilk defa, gittiğimiz bir yerde rider’ımıza harfiyen uyan bir sahneyle karşılaştık, hem de hazır halde!!!” dediler. Işıkçı çocuk mutluluktan neredeyse ağlayacaktı.
Yine o seneki işlerden birinde Enrique Iglesias’in prodüksiyon amiri Andres Restrepo ile ofiste yaptığımız bir sohbet sırasında Türkiye’ye her geldiğinde çok mutlu ayrıldığını söylemişti hatta Avrupa’da yaptığı işlerde eğer İngiltere’den malzeme ve ekip getirtme sansı yoksa ikinci tercihinin mutlaka Türkiye olacağının altını çizmişti. Su sıralar Riyadh’da Formula E etkinliklerinde görevliyim ve burada da Andres ile karşılaştık. Burada da öve öve Antalya’da Altinçizme ile yaptığımız işten bahsetti. Hatta o konserden sonra ses teknisyeninin tercih ettikleri ses sistemini değiştirdiklerini ve bizim kullandığımız sistemi kullanmaya başladıklarını anlattı. Bunları kendimi değil, Türkiye’nin gelmiş olduğu durumu övmek için anlatıyorum. Çünkü 15 sene önce de ben bendim, ama o zaman götümü yırtsam böyle bir iş ortaya çıkarmam mümkün değildi.
Dediğim gibi, “Türk kafası” diye diye, kendimize çok yükleniyoruz. Bunu en çok Amerika’da geçirdiğim 5 senede anladım. Evet, bizim kafamız enteresan çalışır. Dakik değiliz, sistemsiz olabiliyoruz, işi savsaklayabiliyoruz. Ama öte yandan da Türk insanının gönlünü alırsanız sizi alır sırtında dağa çıkarır. Batıda mumla arasınız gönlü böyle zengin insanlar bulamazsınız. Doğu kültürüne hastır bu.
Yani Türkiye’nin dinamikleri farklı. Eğer bu dinamikleri iyi anlayıp sisteminizi buna göre kurup bir de insanların gönüllerine dokunabiliyorsanız, dünyanın hiçbir yerinde yaptıramayacağınız işleri burada yaptırabilirsiniz.
2010’da Cirque du Soleil ile yaptığımız bir projede tüm sahne dekorlarını Türkiye’de ürettirecektik ve prodüksiyon amiri Nathalie ile aramızdaki bir telefon diyaloğunda şöyle demiştim. “Türkiye enteresan yerdir, kolay bildiğin şeyi 10 günde zor yaptırırsın ama bir Pazar günü sanayide dükkân açtırıp gemi de yaptırabilirsin” Bana Türkiye’ye gelip 2 aya yakın çalıştıktan sonra ne demek istediğimi ancak anladığını söylemişti.
Neticede evet, kendimizi eleştirmeye devam etmeliyiz, bu bizi gelişmeye götürecek elbette ama dinamikleri iyi inceleyip olaylara dışarıdan samimi ve objektif bir gözle bakıp kendimizi de çok hor görmemeliyiz. Bu da bizi amaçtan uzaklaştıracaktır. Roma bir günde inşa edilmedi der yabancılar. Sektörün de bilgi açığını kapaması için yeterli süreyi tanımalıyız.
Mutlu yarınlar uzak değil, hatta zaten burada!
Son olarak başta yazarken aklıma bir anı geldi. Demiştim ya. Murphy kuralıdır. Sahnede bir aksaklıktan dolayı 48 kanaldan biri bozulacaksa bu mutlaka ana vokal mikrofonu olur. Davulcular şimdi kızacak bana ama; asla bir alto davul (az duyulan, bateri setlerinde önde yukarıda duran küçük davullar) kanalı olmaz.
Yıllar evvel sanırım Samsun’da bir Sertab Erener konserine gidecektik fakat Sertab bir gün önce fena bir gribe yakalanmıştı ve sesi çıkmaz olmuştu. Büyük ihtimam ve doktor müdahalesi ile ertesi gün az da hareket eder hale geldi ve Samsun’a gittik. Fakat sesi daha iyiye gitmiyor ve sahneye de çıkmak istemiyor. O zamanki menajeri de çıkması için dil döküyor. En sonunda şu şartla çıkmayı kabul etti: “Çıkarım ama sesim daha da kötüleşirse da 3. şarkı bile olsa inerim!” Hemen kabul ettiler tabii ki şartını. Ama Sertab bu, “Fakat, ben oradan öyle inersem seyirci neden olduğunu bilmez ve faturayı bana çıkarır, bizi yuhalar, bu yüzden konserden önce anons yapacaksınız, problemi anlatacaksınız ve inme ihtimalinin olduğunu peşinen insanlara söyleyeceksiniz, hatta sahne yanlarındaki dev ekranlara bu konuda bir uyarı yazacaksınız” Her şeyi kabul etti organizatör elbette. Hemen gerekli yazıyı hazırladık verdik. Ekranlara koydular. Anons yapıldı. Bütün seyirci konuya hakim.
Bu arada yine gündüz olaylı bir kablo kanalı problemi yaşadık. Sahne ile sahne karsısında bulunan kontrol merkezi arasında uzanan bir kablo demeti vardır. Bu kablo demeti 48 adet kanalı ve daha birçok sinyali sahneye ve kontrol merkezine taşır. Dolayısıyla korunması çok önemlidir. Bu iş için özel olarak üretilmiş kablo kanalı dediğimiz bir zamazingo var. Bizim konserlerimizde olması bir sözleşme şartı. Bu konserde yoktu. Hatta bir de kamyon kablonun üzerinden geçmişti. Sonra o zamanlar sıklıkla yaptığımız gibi bu konuyu kablonun sağına ve soluna birer sıra 5x10 kalaslar dizerek çözdüğümüzü sanmıştık. Provada hakikaten de bir problem görünmüyordu.
Konser başladı, Sertab sahneye çıktı. Söylemeye başladı ama mikrofonundan dışarıya ses gelmiyor. Fakat kulağında kulaklık monitörü (sanatçının kendi sesini ve istediği diğer enstrümanları duymasına yarayan alet) olduğu için ve oraya ses gittiği için o huzur içinde şarkısını söylüyor. Koşarak karşı tarafa, kontrol merkezine gittim. Ne olduğunu anlamak için. Koşarken yanlarından geçtiğim seyircilerden birinin söyle seslendiğini duydum.
- Ya anladık, hastasın da, birazcık sesin çıksın be kardeşim!!!