Yazı 2
Organizasyon dünyasına müthiş bir yanılgıyla işin sadece eğlencesine heves ederek başladım. Sonraları meslek bana gösterdi ki oldukça zor ve meşakkatli bir hayat.
Daha önce de anlattığım gibi ben sandım ki Metallica gelince James ile kuliste pişpirik oynayacağız. Pek öyle olmadı tabi. Metallica bizim bildiğimiz, sahnedeki metalci elemanlar değilmiş ki. Adamlar koskoca Orion Inc. şirketinin ortağı bazı milyoner iş adamları. Öyle de takılıyorlar.
İşin bütçesi milyonlarca dolar. Stres herkeste had safhada. Alınan yükler ve sorumluluklar altında ezilmemek çok zor.
Herhâlde endüstrideki bütün arkadaşlarımın bu ise başlamasına sebep olan yanılgıdır bu.
Eğlence sektörü. Eğlenme sektörü değil.
Hatta zamanla şunu görür insan. Kan, ter ve gözyaşıyla hazırlanan bir etkinlikte eğlenmeyen tek grup çalışan insanlardır. Ya eğlenmeyen, ya da zamanı olmadığı için eğlenemeyen.
Zaten insana seyrettiği 450. Sertab Erener konseri neden eğlenceli gelsin ki?
Zaten o da büyüleyici sesiyle şarkılara anlam katan müthiş şarkıcı Sertab Erener değil ki. Patron o.
Bir gün Rumeli Hisarı'ndaki bir konserde angutun biri yine olmayacak bir şey isteyip, tutturdukça tutturmuştu. Ne olduğunu şu an hatırlamıyorum ama ben de her zamanki despotluğumla adama "hayır" diyordum. Fakat laftan anlamıyor. En sonunda (gençliğimi de görüp) dedi ki “senin patronun kim kardeşim, ben onunla konuşmak istiyorum”. Dedim ki “valla olur, dön arkanı, bak karşıda sahnede şarkı söylüyor, buyur git konuş.” Benim için durum bundan ibaretti.
Neyse konuya dönersek eğlence sektörünün müşterilerinden başka kimseye bir eğlence sağlama gibi bir durumu yok. Hatta öyle ki, bu meslekteki insanların mesleki bir deformasyonla, kendi çalışmadıkları etkinliklerde bile eğlenme şansları kalmıyor.
Meslekten arkadaşlarım anlarlar beni. Bir etkinliğe gittiğimde ilk 10 dakika, ne ışık asılmış, dekor ne yapılmış, ses hangi marka sistem kullanmış, güzel mi çıkmış vs. ile ilgilendikten sonra biter o gece benim için. Bu en sevdiğim grubun/müzisyenin konseri de olsa böyledir. Sanırım keyfini çıkarabildiğim isler sadece teknik prodüksiyon değeri çok olmayan, bu tarz şatafatla uğraşmayan caz konserleri.
Dün gece Montreal’de önemli efekt şirketlerinden Pixmob ekibi ile yemekte aynı şeyi konuştuk. Neden bu mesleği yapıyoruz? Genel kanı şu şekildeydi. Hepimiz biraz çatlağız herhâlde. Çünkü yoksa insan durup dururken gece 2’de evinden çıkıp, bir otobüse binip İstanbul’dan kalkıp Kars’a niye gitsin?
Soğukta 5 saat çalıştıktan sonra jeneratörün egzoz çıkışının önünde neden ısınmaya çalışsın.
Uykusuzluktan neden ses masasının kapağında sahnenin altında uyusun. (nerede o eski H3000 case kapakları! Şimdiki masaların kapağına kedi bile zor yatar)
Yanlış anlaşılmasın. Amacım yok yere, bir “aaah ah, neler çektik bu yollarda” tandansı yaratmak değil. Dünyada bizim işimizden çok daha zor, çok miktarda meslek olduğunun farkındayım.
Sorguladığım şey şu: Bu adamların zoru nedir?
Ben Metallica’nın 1999 konserinde çalışmaya bahsettiğim yanılgılarla gittim, evet. Ama işin rengi benim için o 5 günde değişti.
3 gün uyumadan çalıştıktan sonra o gün geldi ve kapılar açıldıktan sonra içeriye bir uğultu dolmaya başladı. Uğultu giderek artarken ben de nabzımın arttığını hissettim. Tüylerimin diken diken olduğunu.
Hele ki saha ışıklarının kapandığı an...
Benim bu mesleği yapmamın sebebi o andır iste. 18 Sene sonra bugün hala o ışıklar söndüğünde yaşadığım his ayni. Tarifi çok zor.
Seyirci sanki beni alkışlamaktadır, bana tempo tutmaktadır.
- Seeerol, Seeerol, Seeerol.
Böyle gerzekçe bir his işte.
Bir yandan bakılırsa bence zaten alkışlamaktadır da. O işte çalışmakta olan herkesi alkışlamaktadır. Farkında olmadan. Yoksa şarkıcıyı bir başına bıraksan o konserin, o şekilde vücuda gelmesi mümkün değil.
Bu, benim bu sektörde olmamın sebebi.
Bir de bu sektörde, prodüksiyon amirliği ve prodüktörlük yapmamın sebebi var.
O da Charlie. Sanırım Charlie Hernandez’di. Metallica’nin prodüksiyon amiriydi 1999’da. Ali Sami Yen stadında çalışırken dediler ki “Metallica’nin prodüksiyon amiri gelecek”. Herkesi aldı bir telaş. Benim bu adamın ne yaptığından bile haberim yok. Süper çömezim.
Neticede Charlie geldi, sahadaki turumuza başladık. O soruyor, Çağrı ya da Harun yanıtlıyor.
- Şunu yaptınız mı?
- Böyle ettiniz mi?
- Kulis nerede olacak?
- Forklifler hazır mi?
Teknik destek veren firma da orada. Herkes el-pençe cevaplıyor. Konu jeneratörlere geldi. Adam sordu. “2 tane jeneratörümüz hazır mi?” Teknik firma yetkilisi “yok bizde 1 tane var ama çok kuvvetli” dedi. Adamın suratı ekşidi. Dedi ki, “bize 2 adet lazım, biri 300Kva ses için, diğeri 500 Kva ışık için”. Teknik firmanın sahibi gururla cevap verdi. “Bizim ki 1000’lik” Adamın suratı biraz daha ekşidi. Biraz daha zorladı. "şuradan bulun, şöyle yapın, ne duruyorsunuz? çok önemli ikinci jeneratör”.
Herkes seferber oldu. Kimsede cep telefonu falan yok. İşler faks ile yapılıyor. Neticede bir süre araştırıldıktan sonra geri dönüp acı gerçeği Charlie’ye söylediler. Kimse 2. Bir jeneratör bulamıyor.
Adamın suratı bu sefer ekşimedi. Daha çok kaderine razı olmuş gibi bir hal takınarak 200 kiloluk cüssesini çevik bir hareketle sallayarak Oakley marka sırt çantasını indirdi ve içinden bir cep telefonu çıkardı. Açtı. Bir numara çevirdi. Şöyle dedi.
- Su anda Istanbul’daaa... Aaaaa... liiiiii...
Bana döndü:
- Neydi la bu stadın ismi?
- Ali Sami Yen abi.
Dedim Küçük Emrah’sal bir kaygıyla.
- Hah, Ali Sami Yen stadındayım, çok acil bir adet 300 Kva jeneratöre ihtiyacım var. Hadi canim.
Dedi kapattı. Bize döndü “hadi gidip kulislere bakalım”.
Yarım saat sonra telsizde bir anons duyuldu. “Kapıda Film Sokağı’ndan gelen bir jeneratörcü var. Buraya jeneratör istenmiş, nereye yönlendirelim?”
Adamın kudretinden, kendine güveninden o kadar etkilendim ki. Daha da önemlisi benim hayranı olduğum adamların bu adama neden güvendiğini anladım. Neden kendi islerinin kontrolünü, bu adama teslim ettiklerini anladım. Gıpta ettim.
Onun gibi olmak istedim.