on yıllarda tüm dünyada, insanlar gündelik hayatta ve iş hayatında süreçten çok sonucu önemser hale geldi. Bir işe başlarken ya da gündelik hayatımızda, sonuç odaklı yaşamaya başladık.
İş hayatında bu biraz daha anlaşılır bir durum. Önünüzde bir kariyer hedefi var ve onu belli bir zaman diliminde tutturmanız bekleniyor. Ancak gündelik hayatımızda da sonuçlara yöneldik ve süreç içinde aldığımız zevk ve mutluluğu biraz erteler olduk. İnsanların hayat tempoları hızlandı. Herkesin sürekli bir acelesi var. Boş zamanlarında insanlar çok şey yapmaya çalışıyor ancak gün sonunda hiçbirinden tam olarak keyif alamıyorlar. Yemek yerken hesabı ödemeyi ve sonrasındaki trafiği düşünen, film izlerken sonrasında ne yapacağını düşünen insanlar haline geldik.
Eğitim hayatımızda sınav dönemleri sonuca odaklandığımız dönemlerdir. Okul derslerinin yanı sıra; test kitapları, çözülen ek sorular, aldığımız özel takviye dersleri, etütler hayatımızda önemli bir zaman kaplamaya başlar. Hedefimiz zorludur. Ailemiz genellikle bu hedef doğrultusunda tüm imkânlarını seferber eder ve bize destek olmaya çalışır. Bazı aileler bu noktada işi ilerletip çocuklarıyla birlikte test çözmeye bile başlarlar. Evdeki zaman yönetimi tamamen bizim çalışma zamanımıza göre ayarlanır. Ders çalışma zamanında evde çıt çıkmaz. Bu tablo size tanıdık geldi mi?
Sınav sonrasında öğrencilerde kısa süreli bir rahatlama görülse de hemen akabinde bir stres başlar. Acaba kaç puan alacağım? Hangi okula girebileceğim? Bu noktada aileler şu muhteşem cümleyi sıklıkla kurarlar: “Evladım sen çalıştın elinden geleni yaptın biz gördük, kötü geçtiyse de dünyanın sonu değil.”
Buradaki sihirli betimleme “dünyanın sonu ”dur. Bu hiçbir zaman inandırıcı değildir. Sınavdan hemen önce tüm aile bireyleri aşırı stres yüklü ve bu işi kesin başarılması gereken bir mesele bir nevi dünyanın sonu olarak görmektedirler. İş bittikten sonra verilen telkin sadece buruk bir gülümseme olarak kalacaktır.
Ülkemizde öğrencilerin çoğunluğu sınavlardan sonra soruların zor olduğundan ve zamanın az olmasından şikâyet ederler herkes aynı sorularla ve aynı zaman diliminde sınav olmaktadır. Burada tartıştığımız eğitim siteminin doğru ya da yanlış olduğu değil, kişisel mazeretlerimizdir.
Bu durum benim aklıma her zaman mazeretin pek de mümkün olmadığı bireysel bir sporu getirir: Tenis.
Tenis bireysel sporların belki de en zorudur ve ülkemizde profesyonel anlamda diğer sporlara göre daha az tercih görmektedir. Bunun altında yatan psikolojiyi anlamak gerçekten önemlidir.
Öncelikle tenis bireysel bir spordur. Kazanmak ya da kaybetmek sadece sizin elinizdedir. Futboldaki gibi; “pas vermediler atamadık, kalecimiz kötüydü o gol yemeseydi kazanacaktık” gibi bahanelere yer yoktur. Bunun yanında teniste zaman sınırlaması da yoktur. Bir tenis maçından sonra hiçbir sporcu; “zaman yetmedi ya da beş dakika daha olsa yenerdim” diyemez. Yani maçın ne kadar süreceği tamamen sporcuların performansına bağlıdır. Bu toplum olarak bize biraz aykırı bir durumdur. Biz toplum olarak hep takım arkadaşlarımızın verimsizliğinden ve zamanın azlığından yakınırız.
2012 yılında Avustralya Open Turnuvası’ nın finalinde İspanyol tenisçi Nadal ile Sırp tenisçi Djokovic arasında oynanan maç bu konuya güzel bir örnektir. Maç tam olarak beş saat elli üç dakika sürmüştür ve tenis tarihinin rekorudur.
Victor Hugo’nun; “Kimse senin dalgalarla nasıl boğuştuğuna bakmaz. Gemiyi limana getirip getirmediğine bakar.” Sözü genellikle çok sevilir. Peki, bu söz ne kadar doğrudur? Daha doğrusu iş hayatında veya eğitim hayatında ne kadar geçerlidir?
Eğitim hayatımızda sonucu yanlış yapsa bile gidiş yolundan puan isteyen öğrencilere rastlarız. Biz bile istemişizdir çünkü tüm soruyu çözmüşüzdür ancak basit bir işlem hatasından ya da başka bir sorundan dolayı sonucu yanlış bulmuşuzdur. Bir soruyu hiç yapmayanla sonuna kadar doğru yolla çözmüş ancak sonda bir işlem hatası yapmış kişi aynı mıdır? İş hayatında da bir proje yürüten ancak sonunda bir sorun yüzünden gerçekleştiremeyen kişi ile hiçbir iş yapmayan kişi aynı mıdır? Diğer kişinin yaptığı çalışmalar boşuna mıdır, değersiz midir?
Konuya biraz da başka bir pencereden bakmaya çalışalım. Araştırmalara göre insan ömrü ortalama olarak altmış beş ile yetmiş yıl arasında değişmektedir. Yetmiş kabul ederek devam edelim. İnsanlar doğarlar, genellikle çok belirleyici birkaç anı dışında ilk üç seneyi hatırlamazlar. Okula başlarlar ve aralıksız bir eğitim sürecine girerler. Üstelik bu zorunludur. Sonra isterlerse daha doğrusu aileleri isterse üniversiteye giderler. Buradan sonra uzun bir maraton başlar. İş hayatına dalarlar ve emekli olana kadar çalışmaya devam ederler. Bazıları emeklilikten sonra bile çalışırlar. Emeklilik ya da çalışamama durumuna geldiklerinde boş vakitleri kalır. Ancak yaşanabilecek daha az zaman kalmıştır. Bitiş çizgisi hafiften ufukta belirmiştir. Bu noktada tuhaf hobiler ile ilgilenen insanlara, bulabildiği tüm kurslara gidenlere, ölüm düşüncesi yakın geldiği için ölüm korkusu artıp kendini dine verenlere, anlamsız yere kızanlara çokça rastlanır. Bazen böyle durumlara anlam veremezsiniz. Bu noktada dönüp arkaya bakıp geçen zaman düşünüldüğünde genelde ağızdan şu kelime çokça çıkar: “Keşke”
Burada kurduğunuz keşke ile başlayan her cümle sizi daha da mutsuz edecektir. Bakıldığında hedefler gerçekleşti, okullar okundu, işler yapıldı, paralar kazanıldı, çocuk sahibi olundu, onlar okutuldu, evlendirildi… Ama tüm bunları yaparken geçen zamandan keyif alındı mı?
Sonuçlar çok güzel ama süreç keyifli geçti mi? Keşkelerinizin az olması için sürecinizi keyifli geçirmeye bakın derim. Hayat aşağı yukarı herkes için yakın zorlukta ve zaman dilimi de hemen hemen aynı. Yani sorular aynı ve zaman ortak. Sorular zordu ya da zaman yetmedi demeyin. Sonuca odaklanmış giderken sürecin de tadını çıkarın. Vapura binip gitmek istediğiniz yere giderken çayınızı alıp dışarıda manzarayı izlerken deniz kokusunu içinize çekmeyi unutmayın. Çünkü unutmayın, hayat bize gidiş yolundan puan verir