Yazı - 5
2002 senesinin sonunda Ahmet San Productions ve Küfe Productions’dan ayrılmış ve Sertab Erener ile prodüksiyon amiri olarak çalışmaya başlamıştım. Yeşim Doran menajerliğini yapıyordu.
Sertab bir gün bizi aradı ve buluşmak istediğini söyledi. “Konuşmamız lazım...” (eyvah)
Ortaya çıktı ki TRT genel müdürü Sertab’ı aramış ve Eurovision’a katılmasını istemiş. Konu masaya yatırıldı. Ben tamamen negatif taraftayım. “Ulan koskoca Sertab Erener olmuşsun, senin ne işin olur örevizyonla mörevizyonla” diyorum bütün cehaletimle. Hiç bir projenin geleceği ile ilgili öngörülü olamadım hayatta. Tiksindiğim şarkılar hit oldu, “aha, bunlar dünyaya açılır” dediğim sanatçılar, tek albümden sonra yok oldu.
Sertab araştırmış tabii hemen. Eurovision’un bizim ülkede bir süredir esamesi okunmuyor. Yenilgiden bıkan millet olaya sırtını dönmüş, “zaten neticeler hep politik yieeeeaa” diyerek köşesine çekilmiş ama Avrupa’da belli bir kesim içinde hala çok revaçta olan bir yarışma halinde. Bizi de gaza getiriyor Sertab. Durmadan şişiriyor.
Sertab’ın TRT’ye iki şartı var. Bir, şarkı İngilizce olacak, iki, süreç boyunca şov için son söz Sertab’ın olacak. 28 senedir TRT yöntemleriyle yapılmış bu iş. Netice ortada.
TRT boyun eğiyor. Sanırım örevizyona katılıyoruz.
Ondan sonra alıyor bizi bir telaş. Ama ne hengame. Şarkı yazılacak, kayıt edilecek, fotoğraf çekimleri yapılacak, klip çekilecek, PR, dağıtım...
Eurovision EBU adında bir kuruluşun yarışması. Katı kuralları var. Bir kere yarışma şarkı ve şarkıcı yarışması. Besteler ve şarkıcı performansı ödüllendiriliyor. Sertab hemen kolları sıvıyor doğru besteyi bulmak veya yapmak için. Sezen Aksu ile görüşülüyor, Eurovision konusunda en deneyimlilerle yani MFÖ ile görüşülüyor. Bütün bu araştırmaların sonucunda 2 alternatife düşürülüyor besteler. Everyway That I Can üzerinde duruyor Sertab. Kendi bestesi. İnanıyor, güveniyor. Ben yine “lan bu olur mu yaa, civciv çıkacak, kuş çıkacak bu” diyorum, “güldüreceksiniz milleti bize” diyorum, neyse ki kimse iplemiyor.
Sertab o yıllarda (aslında ezelden beri olduğu gibi) sahne şovlarına kafayı çok takmış durumda. En iyi anlaştığımız konu bu zaten. Bizce her performans hayvan gibi sahne prodüksiyonu içermeli. Sevdiğimiz konser ve şovları koyup koyup izliyoruz. Hayaller kuruyoruz Sertab’ın sahnesiyle ilgili. Eurovision için de aynı şeyleri söylüyor Sertab. Bu zamana kadar herkes sahneye çıkıp heykel gibi söyledi şarkıları. Show yok, vurucu bir tema yok, kostümler hep sıradan. “Bunlara çalışılmalı” diyor. Ayrıca o döneme kadar hiçbir yarışmacı bir sahne gösterisi sunmuyor bu yarışmada. Herkes şarkı ve vokal performansına odaklanmış durumda. “Biz bir değişiklik yapalım” diyor Sertab. “Millete, şarkı boyunca en az 3 kere çığlık attıralım”. En büyük destekçisiyim. Elimden gelse uçuracağım sahneye Sertab’ı!
EBU’dan Larousse cildi gibi kurallar dosyası geliyor. Anlıyoruz ki öyle canımızın istediği gibi bir dekor, video, sahne prodüksiyonu falan yapamıyoruz. Asansörler, vinçler, uçan Sertab’lar falan hayal. Herkes için hazırlanmış sahneye çıkıyoruz. Özelleştirebildiğimiz tek şey kendi performansımız. Elimizde oynayacak 2 unsur kalıyor. Koreografi ve kostüm.
Kurallardan bir diğeri de, müziklerin tamamı kayıttan, playback çalınması gerekiyor. Vokallerin ise tamamı canlı olmak zorunda. Sertab şarkıyı 1 ana, 4 geri vokal olmak üzere 5 vokalli yazmış. Stüdyoda hepsini tek tek söylemiş kaydetmişler de, sahnede hepsi canlı söylenmesi lazım. Yani 4 tane geri vokalist gerekiyor. Ama aynı zamanda dansçılarla bir gösteri koymak istiyoruz sahneye. Tek çıkar yol var. Dansçılar aynı zamanda şarkı da söylemek zorundalar! Bunu yapabilecek bir ekip araştırırken imdadımıza Viyana’da konservatuarda hocalık yapan arkadaşımız Tuluğ yetişiyor. O sıralar Fazıl’ın Nazım Oratoryosunda Sertab’ın çokça birlikte sahne aldığı Güvenç Viyana’da öğrenci. Tuluğ onun yakın arkadaşı. Eğitim verdiği konservatuarın müzikal öğrencilerinden 3 tanesini seçiyoruz. Bu iş için biçilmiş kaftanlar. Şarkı söylüyorlar, acayip dans ediyorlar. 4. ise Sertab’ın o sıralar vokalistliğini yapan Özge Fışkın olacak. Dansa meraklı ayrıca da aşırı yetenekli bir insan. Bu işi kotarabileceğinden eminiz. Sadece o emin değil. Yarışma gününe kadar da emin olamayacak. Her provadan sonra soru işaretli gözlerle “acaba yapabiliyor muyum” diye düşünecek.
Bu arada İstanbul’da klip hazırlıkları başladı. Tamer Yılmaz fotoğrafları çekiyor. Şarkı aynı zamanda bir single olarak bütün Avrupa’da yayınlanacak. Sony Music’ten Sertab’ın A&R’ı Engin Akıncı yürütüyor o tarafı. Kapak dizaynı vs gibi türlü iş var. Alameti Farika ve Serdar Erener seferber olmuş durumda. Bütün görsel temayı hazırlıyorlar. Herkes bir tarafta koşturuyor. PTT ile klip çekimi için çalışılmaya başlandı. Hamam sahneleri var, harem sahneleri var. TRT bakanlıktan hareme giriş için izin koparıyor. Normalde sarayın o bölümleri ziyaretçiye kapalı. Fakat izin çıkıyor. Çok sevinçliyiz. Çekim hamamda başlıyor. Yönetmenimiz Umur Turagay. Hamam bir gün önce kapatılıp soğutulmaya bırakılmasına rağmen 45 derece. Makyörümüz Burak Ertaş, ekip ve sistem hayli zorlanıyor. Herkes terden sırılsıklam!
Ertesi gün çekim bu sefer Topkapı Sarayında, Harem dairesinde. Aylardan yanlış hatırlamıyorsam Şubat. Tarihi bir bina olmasından dolayı Harem’in ısıtılması yasak. Çalışma ortamı 24 saatte 45 dereceden 5 dereceye düşüyor. Bok gibi soğuk. Sertab’ı çekim aralarında battaniyeye sarıp içine saç kurutma makinesi koyuyoruz. Titremesi ancak duruyor.
Neticede çalışmalar meyvesini veriyor. Müthiş bir klibimiz var.
Sertab şarkının bir remix’i yapılmasında ısrarcı. Daha bir “dans müziği” haline gelmesini istiyor. Engin o zamanların gözde DJ ikilisi Galleon ile temasa geçiyor. Adamlar bir iki tane remix yapıyorlar. Miam’da remix’leri ilk dinlediğimiz günü hiç unutmuyorum. Demir şöyle demişti: “Bizimkiyle gidersen ilk 5’e kesin gireriz. Remix ile gidersen kesin kazanırız.” Fakat artık şarkı çoktan EBU’ya gönderilmiş ve onayı alınmış durumda. EBU’ya yazıyor Yeşim. Çok kavga veriyor değiştirtmek için. Neticede aynı şarkının yeni miksi olduğu için boyun eğiyor EBU. Yeşim’le baş edemeyeceklerini anlıyorlar bence.
Yayın yasağının kalkmasıyla birlikte bütün radyolarda ve televizyonlarda dönmeye başlıyor Everyway That I Can. Seviliyor şarkı. Herkes heyecan içinde. Ben şaşkınım. Bana göre hala “civciv çıkacak, kuş çıkacak”.
Herkes için geçerli bir gerçek var. İnsanlar bildikleri, aşina oldukları şarkıya daha çok ilgi duyarlar. Bu yüzden stratejimiz şarkıyı bütün Avrupa’da bilindik bir şarkı haline getirmek ve kulak aşinalığı yaratmaktı. Bunun için sadece 1 ayımız kalmıştı. Almanya’dan publisher’ımız Ünal da devreye girdi ve Sony Music International ve Engin’in de desteğiyle single bütün Avrupa radyo DJ’lerine gönderildi. Sertab ile çeşitli Avrupa radyolarını ziyarete gittik. Söyleşiler yaptık. Deli gibi çalınmaya başladı şarkı. Kaba etimiz yer görmüyor, yorgunuz ama benim için ilk ümit kırıntıları o zaman yeşermeye başladı.
Sertab yorgunluktan ölmek üzere. Engin bize bir program gönderiyor. Her sabah başka bir televizyon veya radyo programına katılıyoruz. Aksi gibi bu programlar da sabahın köründe genelde. Bir gün Stockholm’deyiz, ertesi gün Berlin’de sabah programında. Bazı sabahlar Sertab uyanamıyor. Kulak tıkacı ve uyku gözlüğüyle uyuyor. Kapıyı telefonu duymuyor. Resepsiyon’dan kart çıkarıp, odasına girip dürterek uyandırmak zorunda kaldığım oluyor. Bir gün yine acaba nasıl uyandıracağım diye odasına yaklaşıyorum. Odanın kapısı ardına kadar açık. Tedirginliğim içerden gelen sesle kendini kahkahaya bırakıyor. Sertab aynanın karşısında. Tamamen hazır, şarkı söylüyor: Trik trak, trik trak , olur mu hiç çalışmamak! Trik trak, trik trak , olur mu hiç çalışmamak!
Bu arada kimimiz varsa işin bir ucundan tutmuş durumda. Suat Erim web sitesini güncelliyor. O zamanın sosyal medyası forum sitelerini keşfetmiş. Oradan saldırıyor sürekli. Candaş Baş koreografi için kolları çoktan sıvamış durumda. Kostümün koreografinin parçası haline geldiği bir şeyden bahsediyor. Görkemli bir kostüm. Kostüm tasarımcımız Belma Özdemir konuya eğiliyor ve müthiş detaylarla koreografiye can veren bir tasarım yapıyor.
Dans provaları başlıyor İstanbul’da. Önce Türkiye’den dansçılarla deneme provaları yapılıyor. TRT Odakule binasında. TRT yetkililerine gösteriliyor kabaca bitmiş olan iş. Beğeniyorlar. Sonra ise yarışmadan 3 hafta önce Viyana’ya taşınıyoruz. Dansçı/vokalistlerimiz ekibimize katılıyor. 18 yaşında 3 tane kız. Ekip tamam. Ekip genç. Ekip dinamik. Viyana Tanz Forum’da provalar başlıyor. 10 Gün saatlerce prova yap, bunları videoya kaydet. Otelde seyret. Notlar al, değişiklikleri yap ve bunları tekrar et şeklinde geçiyor.
Bu arada Yeşim’le kafamızda sürekli ışık ve reji var. Sen istediğin kadar yaz çiz, çalış sahneye koy. Işık göstermedikten sonra, adam çekmedikten sonra, reji seçmedikten sonra, geçmiş olsun. Her şey nafile.
2011 yılında Cirque du Soleil ile yaptığımız bir işte şovun en önemli ve en pahalı sahnelerinden biri yayında hiç görülmemişti ki gösterinin temel amacı 40 küsur ülkeye yapılacak olan canlı yayındı. Boşa gitti bütün emekler ve tabii ki para.
Böyle olmasın diye uğraşıyoruz. EBU ve Riga’daki prodüksiyon ekibine sürekli prova videolarını gönderiyoruz ki canlı yayın yönetmeni ve ışıkçı da şovumuza aşina olsun. Hatta katkıda bulunsun. Adamlar bıkıyor bizimle uğraşmaktan artık.
Artık her şey final haline gelmiş durumda. Riga’ya gitme zamanı. Heyecanlıyız.
Riga’ya vardığımız andan itibaren başka bir atmosfere girmiştik. Yurtdışına çokça gidip gelenler Anti-Türk tavrına alışıktır. Bazı ülkelerde yaşanır bu. Fakat Türk olduğumuzu anlayınca sevinen çok insana rastlamamıştık. Riga’da nereye gitsek millet sevgi gösterisinde bulunuyor. Asansörde Türk olduğumuzu kartımızdan gören diğer yarışmacılar, iki baş parmaklarını havaya kaldırıp “kazanacaksınız” diyor. Şaşırıyoruz. Lan? Acaba?!?
Eurovision’un da kendi prova takvimi var. Bu takvimde her gün provaya gidip geliyoruz. Son 2 gün 3 adet kıyafetli genel prova olacak. 2. Günün akşamı yarışma. Bu provalar sanki yarışma yapılıyormuş gibi, tek tek ülkelere bağlanarak, yarışmanın kendi hızında yapılacak. Hatta yayın anında bir kopukluk olursa bu provalarda alınan görüntülerden de kullanılabilecek. Her provada seyirci alanına seyirci alıyorlar. İstediğimiz olmuş, koreografi ve kostüm istediğimiz etkiyi yaratmış durumda. Kızlar her kollarını yanlara açıp omuzlarını öne arkaya oynatmaya başladıkları anda, Sertab her HA! diye bağırdığında, kostümün kemer parçası kopup da Sertab yere düştüğünde seyirciden “waaoov sesi ve alkış kopuyor” Tüylerim diken diken oluyor her seferinde.
Heyecanımız giderek artıyor. Her genel provadan sonra soluğu birimiz rejinin, birimiz ışıkçının yanında alıyor. “Onu oradan çekme, ışığı buna tutma, abi burası hep karanlık kaldı yaaaaa!” Alp Turaç yayın çıkışını dinleyip, dinleyip, sesçinin ensesinde. 3. Genel prova bitti. Adamlar hala yeni yeni şeyler deniyor. Candaş, Yeşim, ben, Sertab, delirmek üzereyiz. Adamların profesyonelliğini, yarışma anında anlayacağız. Bütün denediklerinden neredeyse kusursuz bir iş çıkarıyor yönetmen de, ışıkçı da.
An geliyor çatıyor. Soyunma odasındaki ortamın gerginliğini, ekibin heyecanını anlatmam mümkün değil. Saatimiz geldiğinde sahne amiri gelip bizi alıyor. Sahne kenarında bizden önceki yarışmacının bitirmesini bekliyoruz. Sıra geliyor ve Sertab’ı, Özge’yi, Patricia’yı, Anya’yı ve Claudia’yı arkalarından birazcık da iterek sahneye gönderiyoruz. Kalbim yerinden çıkacak gibi. Onları düşünmek bile istemiyorum. Onlar yavaşça yürürken, biz (Yeşim, Candaş, Alp, Burak, ben) arkalarından bakakalıyoruz.
Bu konu benim her zaman değindiğim bir konudur. Beraber çalıştığım arkadaşlarıma da hep anlatmaya çalıştım. Evet. Biz destek ekipleri, teknik kadro yöneticiler, prodüktörler olarak konser/gösterileri hazırlıyoruz, üretiyoruz. Çok emeğimiz var elbette. Fakat sahne saati geldiğinde, cue verildiğinde, sahne sanatçılarını sahneye gönderiyoruz ve onlar artık orada seyirciyle baş başalar. Binlerce çift göz üzerlerinde. Konser günü aylar öncesinde alınmış. Kontratı imzalanmış. Artık onlar yalnız orada. O gün ne yaşamış, psikolojisi ne durumda, şartlar ne elveriyor hiç birinin önemi yok. Gösterebileceği en iyi performansı göstermek için karsısındaki binlerce göze, kulağa karşı sorumlu. Dünyanın bence en zor mesleklerinden biri. Asla yerlerinde olmak istemezdim. Çokça eleştirilir sanatçı. Özellikle de kendi ekipleri tarafından. (tabii ki arkasından J) Kaprisli, düzensiz, dikkatsiz, sinirli, şımarık... Bunların hiçbirine, hiç katılmadım. Bence zaten bu tarz bir bakış açısıyla, bir sanatçıyla çalışmak imkansız. Sahnedeki adamı normal bir insan gibi algılayıp ondan bir yönetici ciddiyetinde performans beklemek bence zaten nafile bir çaba.
Kızları sahneye gönderdik. Biz Alp’le (Turaç) kulise geçip televizyonun karşısına oturduk. Gerisini herkes canlı seyretti zaten.
Slovenya’nın son verdiği 10 puan ile yarışmayı kazandık. Türkiye tarihinde ilk kez, 28 senedir katılmakta olduğu yarışmayı kazandı. Muhteşem bir sevinç ve gurur anı.
Sonraki dakikalar, kutlamalar, koşuşturma biraz hayal meyal.
Hatırladıklarım: Sahnenin üzerinde ödül teslimi, bayraklar, çok bayrak! Birisi gelip bir demet çiçek veriyor bana, çiçekleri ısırıp birazını yiyorum! Heyecan ve sevinçten ne yaptığımın pek farkında değilim. Bir basın toplantısı olacak, kuliste bir kargaşa. İşin bu kısmına hiç çalışmamışız. Sertab’ın basın toplantısında giyeceği kıyafeti bile yok. Sabah geldiği şalvarıyla basın toplantısına katılıyor. Rus güvenlik görevlisi diye bir şey varmış onu öğreniyorum. Sıfır esneklik. Demir gibi adamlar. Bizim odanın çevresinde olağanüstü önlemler alinmiş durumda. Bir haftadır yüzümüze bakmayan, Sertab’ı yanında kartı olmadığı için salona almayan güvenlik simdi bizi koruyor. En çok da bizden ama. Odadan çıkan odaya geri giremiyor. Oda dediğim şeyler tavanı açık paravanlar aslında. Yukarıdan içeriye sesleniyoruz. İçerden birisi kapıyı açıp bizi işaret ediyor güvenliğe. O zaman tamam. TR Delegation yazan kartımız var falan ama hiçbir şey işlemiyor.
Kızları basın toplantısına yollayıp biraz kafayı dinledikten sonra odayı topluyoruz. Bütün malzemeleri bir el arabasına yükleyip çıkışın yolunu tutuyoruz. Araba ortada yok. Malzemeleri yere indiriyoruz arabayı beklerken. “Malzemeler” dediğim yığının en üzerinde bizim kupa duruyor. Yarışmadan çıkan seyirciler önümüzden geçerlerken birbirlerine onu gösteriyor. Biraz önce yarışmada 1.ye verilen kupa yerde duruyor orada. Yüksek ihtimalle kupayı çaldığımızı düşünüyorlar. Geçen bir kadına “satalım size” diyoruz. Yanaşmıyor kadın.
Biraz sonra önümüzde, gıcır gıcır, ön tamponunun sağında ve solunda, üzerinde “Eurovision Winner” yazan bayraklar sallanan, 2 adet siyah Jaguar duruyor. Atlıyoruz. Sertab “beni kuğuya bindirdiler, beni kuğuya bindirdiler” diyor. “haah, delirdi kadın” diye düşünüyorum. Sonra fotoğraflardan ortaya çıkıyor ki gerçekten, basın toplantısı sonrasında yapay bir havuzun içinde yüzen dev bir kuğu/tekneyle gezdiriyorlar Sertab’ı. O geziyor. Binlerce kişi seyrediyor. Süper gerçek üstü bir ortamdayız.
Otele gidiyoruz. Otelde Riga’daki Türk konsolosunun verdiği bir parti var hali hazırda. Yine elimizde şampanyalar. 4 Litrelik bir şampanya şişesi veriyorlar elime. “Aç” diye. Açmaya çalışıyorum. Mantarı kırılıyor. 6 Litrelik başka bir tane getiriyorlar. Hani şu formula1 yarışlarında kazanan pilotun patlattığı. Ertesi gün Radikal gazetesinde kendimi göreceğim şişe elimde. Eurovision maceram ile ilgili basına yansıyan iki an var. Biri çiçek demetini yediğim. Sanki bütün eşim dostum sözleşmiş gibi o anla ilgili mesaj atıyor bana. Kimse kaçırmamış o yarım saniyelik anı. Bir de bu dev şampanya şişesi ile güreşirken.
Biraz odalara kaçıyoruz ama adrenalinden kimsenin uykusu yok. Koridor’da yerde oturuyoruz hepimiz. Elimizde 6 litrelik şişe. Biri gelip otelin bodrum katındaki diskonun açık olduğunu söylüyor. İniyoruz hemen. Herkes bir tarafa dağılıyor. Bir ara Sertab’ı görüyorum. Bir köşeye sıkıştırmışlar. Bir sürü yarışmacı ve ekibi birlikte fotoğraf falan çektiriyorlar ama Sertab pek tepki vermiyor. Paralize olmuş. Sabit duruyor sadece. İnsanları yararak aralarına girip Sertab’a hadi gidelim diyorum. Cevap vermiyor. Kucaklayıp çıkarabiliyorum Sertab’ı kalabalığın içinden.
Acayip sarhoşuz! Bu sarhoşluk uzun süre de geçmeyecek!